16 Eylül 2016 Cuma

VEFASIZ YÂR GAZELİ

Zengini, kodamanı, tıkınanları sever!
Şan için, şöhret için ıkınanları sever!

Ol vefasız yâr deyû bilip andıklarımız
Uzaktan caka satıp okunanları sever!

Kirpiğini sakınıp üzerine titreme,
Yalnızca kendisini sakınanları sever!

Ne bir ülkü ne bir gam... Tasasızlar ordusu,
Ottan çöpten şeylerden yakınanları sever!

Bıraksalar bir ömür gözlerinde erirsin,
Fıldır fıldır etrafa bakınanları sever!

Gönül aşkı bilse de uysal olma ey âşık,
Vefasızlar sert tavır takınanları sever!

Sen o masum elleri kıyamazken tutmaya,
Ruh'na değil tenine dokunanları sever!

Senin rüyâ dediğin koskoca bir riyâdır,
Gözünden yüreğine akan kanları sever!

Bırak halis niyeti ey onurlu saf aşık,
Kibrinde boğulan yâr, yasak anları sever!

Bleda YAMAN

8 Eylül 2016 Perşembe

MAHBUBE'Yİ NEDEN YOK ETTİM

“Sakin ol. Üzme kendini. Söyle o yufka yüreğine, kimseye bir şey olmadı.”

William Shakespeare – Fırtına

          Bir İstanbul akşamıydı. Önümde çayım ve sigaram, elimde heyecanla tuttuğum bir kitap; Osmanlı Padişahları… Reşat Ekrem KOÇU’yu her okur gibi keyif alarak ve yer yer sırıtarak okuyordum. Bir ara kitabın arka sayfalarına konulmuş olan sözlüğe daldım. Eski kelimelerin günümüz karşılıkları verilmişti. O kadim ve ihtişamlı kelimelerin efsunlu alemine dalmışken bir çift kelimenin çığlığıyla uyandım: ‘Mahbube-i lanazîr’ yani eşsiz, güzel kadın. Bu sıfat öyle hoşuma gitmiş olacak ki hayal dünyam sığ olmasına mukabil, muhteşem güzellikte bir hatun kişi canlanıverdi gözümün önünde. O ana kadarki tüm ‘şöhret sahibi’ kadınlar aklımdan uçup gitti. Güntülüler, Leylalar, Mihribanlar… Dedim ki kendi kendime, gerçeklerden usandık, bıktık. Bari hayalimdeki kadının adını dahi ben koyabileyim. Mahbube… Evet, Mahbube olsun adı! Böylelikle Mahbube, İstanbul’da doğdu.

          O günden sonra şiirin maliki de muhatabı da Mahbube oldu. Ona şiir yazarken, tivit atarken, hikaye yazarken ne Kafka’nın Milena’sına hayıflandım; ne de Abdullah KILAVUZ’un Süveyda’sına… Sanırım ilk kez bu kadar içten yazıyor ve serencamını düşünmüyordum. Özellikle “Ayarsız” için yazdığım şiirlerde Mahbube bir ahenk unsuru olmaktan ziyade ahengin bizzat kendisiydi. Peki neden böyle hayali bir karaktere ihtiyaç duydum? Bu sorunun net bir yanıtı yok. Belki ruhumdaki edebi açlık, belki hastalıklı yalnızlığım, belki şizofrenik takıntılarım… Yanıtlar ehemmiyet teşkil etmiyor; çünkü bizim gibi adamlar illa hayatının merkezine –ontolojik mahiyeti ne olursa olsun- bir “hatun kişi” koymazsa olmuyor nedense! Tabiri caizse, kendimiz kaşınıyoruz. Hâl böyle olunca Mahbube’nin bir anda müptelası oluverdim. Bırakın hayatıma anlam katmayı, hayatın anlamına dönüşüvermişti. Haksız da sayılmam aslında. Mahbube, sevgili demek… Sevgili ne demek? Gerisini düşünün işte.

          Ben kendime şair demeyi ar edinen bir Türk evladıyım. Nedenini hep şöyle izah etmişimdir: Şairlik, bana göre bir makamdır. O makama erişilene kadar belki çok acı, çok hasret, çok cefa, çok emek, çok sevgi, çok fedakarlık gerekir. Ben şiir işçisiyim. Çünkü bir insan bir işi icra ederken ortaya sadece emeğini koyuyorsa o insan işçidir. Bir insan bir işi icra ederken ortaya aklını ve emeğini koyuyorsa o insan zanaatkârdır ve bir insan bir işi icra ederken ortaya hem emeğini hem aklını hem de yüreğini koyuyorsa o insan sanatkârdır! Ben şimdilik Türkçe ülküsü yolunda şiire emek verdiğimi düşündüğüm için ‘şiir işçisiyim.’ Bir gün aklımı ve yüreğimi de ortaya koyarsam şair olurum. Bu durumu izah etme gereği duymamdaki en mühim saik şüphesiz Mahbube’ye yazdığım şiirlerdir. Evvelden de insanların taltifine mazhar olarak şair diye anılmışlığım olsa da “Ayarsız şair” diye tarif edilmem Mahbube sayesinde vuku bulmuştur. Hayali bir karakteri samimiyetle içselleştirip bağrına basan kadirşinas okuruma bir kez daha minnet ve şükranlarımı sunuyorum…

          Gelelim bu denemenin yazılmasına vesile olan vaziyete… Bir Mahbube’yi yok ettim diye bana kızdınız, gönül koydunuz. Ben bir çuval mektubu yakacak kadar cesur; ama o mektuplarda yazılanları unutamayacak kadar aciz bir adamım. Cesaret ve acziyet hilkatimdendir. Pekala, Mahbube’yi neden yok ettim? Neden var ettiğimin yanıtının müphem olduğunu yukarda belirttim. Ancak neden yok ettiğime gelince, -tam burada sigara içenler bir dal tüttürsün-  kendime karşı herkesten acımasız olacağım. Şairlerin ve şair namzetlerinin en büyük kavgası kendiyledir. Başkalarıyla olan kavgalarım yüzünden kendimle olan kavgamı unutmak üzereydim, bu yüzden yok ettim. Bir gün sıradanlaşmış dizeler yazan ‘Trahomlu şair’ olarak anılmaktan korktum, bu yüzden yok ettim. Hiçliğe ve yokluğa talip olmanın zorluğuna dayanamayacağımı düşündüm, bu yüzden yok ettim. Öylesine âşık olmanın ve aşk şiirleri yazmanın kişiyi erdem sahibi kılmayacağına kani oldum, bu yüzden yok ettim. Çünkü bu devirde âşık olmak için ne medeni cesaretimiz ne de maddi imkanımız vardı. Eskiden aşk, paha biçilmez bir lütuftu. Şimdiyse aşk, her türlü statüye kavuştuktan sonra sahip olmak istenilen bir lüks! Diyeceksiniz ki bir çuval mektubu yakarken cesaret narası atıyordun, ne oldu? Hem haklı hem de haksızsınız. Aşka dair yorumum, cesaret hususu açısından değil acziyet hususu açısından değerlendirilsin lütfen. Bürokrat olma ideali ile Mülkiye’ye girip, bürokrasiden tiksinmiş vaziyette Mülkiye’den mezun olan meczup bir edebiyat düşkünüyüm, Mahbube’yi bu yüzden yok ettim. Şiirde gerçek vardır; oysa hakikât kaderdedir. Hayallerimin kurbanıyım derken hakikâtlerin kurbanı oldum, bu yüzden yok ettim. Mahbube ete kemiğe bürünse ve dünyanın en meşhur ve en kahpece sorusunu sorsa ne derim diye sustum, bu yüzden yok ettim. (Dünyanın en kahpece sorusu: Neyine güvendin de sevdin?)

          Daha sayabilirim. İster bahane olarak görün, ister laf salatası yapıyor deyin. Bu devirde hiç olmayan bir kişiyi, bir şeyi sevmek için bile bedel ödetirler adama. Bedel ödemekten bıktım, bu yüzden yok ettim. Memleket ve memleketin dört yanı yangın yeriyken “Biliyor musun, aşk şiiri yazmaktan bıktım.” diyen Turgut UYAR misali ruhumda zelzeleler yaşadım, bu yüzden yok ettim. Her şey bir yana; varı da yoğu da var eden şüphesiz yüce Allah… Yoktan yok ettiğimi iddia ederek veda etmiştim Mahbube’ye. Yazıyı nihayete erdirmeden evvel belirtmeliyim ki Mahbube’nin bu denli alaka uyandıracağını bilemezdim. Sırf bu alaka beni şereflendirmiş, onurlandırmıştır. Günü geldiğinde nasip olur da şiir kitabım çıkarsa başlığı “Mahbube’ye Hâl Beyânı” olacak. Bunu da buradan ilan etmiş olayım. Kim bilir belki bir gün Mahbube çıkar gelir ve hem kendi adına hem de okur adına hesap sorar…